6 Ağustos 2008 Çarşamba

Türk Uluslaşma Süreci ve Irkçılık


Türkiye’de milliyetçi çevreler genellikle Türk milliyetçiliğinin ırkçı bir milliyetçilik olmadığını söyleye gelmişlerdir. Türkiye’deki milliyetçiliğin Avrupa’dakinden belirli farklılıkları olduğu tezine dayanan bu iddia ne kadar geçerlidir? Uluslaşma sürecini Avrupa’dan farklı bir şekilde yaşamış olmak ırkçılığın ortaya çıkmasına engel midir? Ben bu sorular ekseninde ırkçılığın Türk milliyetçiliği içindeki yerini ortaya koymaya çalışacağım. Bunu yaparken öncelikle Avrupa’nın, Türkiye’deki uluslaşma sürecine ve ırkçılığın gelişimine etkilerine değinerek, Avrupa’daki ırkçılık ile Türkiye’deki ırkçılığın ayırım noktalarını ortaya koyacağım. Son olarak ırkçılığın Türkiye’de aldığı biçimler ve özellikle de uluslaşma sürecindeki ırkçılık ile bugün yaşanan ırkçılık arasındaki farkları belirlemeye çalışacağım.

Türkiye’deki Irkçı Düşüncenin Kaynakları

Türkiye’de ırkçı ideolojinin gelişmesi Avrupa kaynaklıdır. Avrupa’da ise ırklar üzerine yapılan çalışmalar 17. yüzyıla kadar geri gider. Irk kavramını bir insan grubunu tanımlamak için ilk kullanan Bernier’dir. Sinan Özbek; Linne, Buffon ve Blumenbach’ı ırk kuramı yaratmadaki yerleri bakımından karşımıza çıkan isimler olarak belirliyor.[1] Avrupa’da ırk araştırmaları bir süre sonra craniologie (kafatası bilimi!) ve fizyonomiyi ortaya çıkarıyor. Taner Timur Avrupa’da yapılan ırk çalışmaları ile ilgili oldukça geniş bir özet çıkarıyor. Buna göre; Lavater, Türkleri övüyor, fakat onları “en asil Küçük Asya kanı ile, Tatar ırkının maddî ve kaba unsurları karışımı” olarak tanımlıyor. Camper, diğer fizik özellikleri de gözönünde bulundurmakla beraber, ırk tayininde asıl önemi kafatası yapısına veriyor ve bu konuda ölçüler saptıyor. Blumenbach'ın tasnif­inde Türkler, çok olumlu olarak görülen –ve Batılı etniği oluşturan— Kafkaslar içinde yer alıyorlardı. E. Pittard, dikkatli ve titiz bir araştırıcıydı. Devamlı ihtiyatlı ifadeler kullandı ve kesin hükümlerden kaçındı. Kafatası çalışmaları, onda Türklere karşı büyük bir ilgi uyandırmıştı. Bu ilgiye yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'ni de ortak etmek istedi. Gerçekten 1924 tarihini taşıyan eserinde “Kurulmakta olan Yeni Türkiye'nin, etnik unsurlarının böyle bir analizine ilgi duyacağı ümit edilir” diyor. Türkiye’ de 1930 lu yıllarda bu konu ile ilgili çeşitli çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Gobineau’ ya göre Türkler sarı ırktan olmalarına karşın, dört yüzyıl içinde Osmanlı Türkleri, devşirme usulü ve köle ticareti yoluyla son derece karışmış ve beyaz ırka özgü bir görünüm kazanmıştır. İngiliz dilbilimcisi A. H. Sayce, 1874'te yayımlanan eserinde, dil yapılarından hareket­le Fırat ile Dicle arasında kurulan en eski uygarlığın «Turan» ırkının eseri olduğunu ileri sürüyor, Sümerce ile bu diller ara­sında benzerlikler buluyor ve giderek Avrupa'da en eski halkın Turan'lar olabileceği tezini ortaya atıyordu. Türkoloji çalışmaları XVII. yüz­yılda Cizvit papazlarının başlattığı Sinoloji (Çin araştırmaları) disiplinine bağımlı olarak gelişmiştir. Çin kaynaklarının tanınması Orta Asya Türkleri ve bunların tarihi ile ilgili birçok bilginin ortaya çıkmasına yol açmıştı. İşte, kendisi de sinolog olan ve bu konu­daki bilgileri değerlendiren Deguignes, XVIII. yüzyıl ortaların­da eski Türklerle ilgili ilk eseri yazmıştır.
Deguignes, “zalim ve acımasız” olarak nitelediği Türk­lerin, hangi isimler altında anıldıklarını ve gelişmelerini anlatmış ve Ergenekon destanının Çin kaynaklarına dayanan ilk versiyo­nunu vermiştir. Deguignes'in eseri, Osmanlıların dikkatini yüz yıldan fazla bir süre sonra çekecektir. [2] Bütün bu çalışmalardan ayrı olarak anılması gereken bir çalışma ise Zi­ya Gökalp’ in Türkçülüğün Esasları'nda Türkçülük tarihini anlatır­ken sözünü ettiği Leon Cahun' ün eseridir.[3] Gökalp, bu eser hakkında şunları yazmaktadır :

“1896' da İstanbul'a geldiğim zaman, ilk aldığım kitap, Leon Cahun'un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta pan-türkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir”[4]

Leon Cahun’un kitabını Türkçüler için önemli kılan nedir? En büyük ideolojik alternatifinin İslamcılık olduğu koşullarda eser dinsel kimlik yerine Türk kimliğinin öne çıkarılmasını önermektedir. Dinin toplumsal yaşamda çok yer kaplamasını ve kadının eski Türklerdeki önemini yitirmesini bozulma olarak nitelemektedir. “Gerçek Türk ruhu”nun örneklerini Kutadgu Bilig’den vermektedir. Cahun bu fikri çok sistemli bir biçimde geliştirmemiştir. Ancak mesajı son derece açıktır ve Türkçülere “gerçek Türk ruhu”nun İslâm'ın dışında, Orta Asya'da olduğunu söylemekte­dir.

Türkiye’de Irkçılık

Anlaşılacağı üzere genel olarak ırk çalışmaları ve özel olarak Türk ırkı üzerine çalışmalar Osmanlı’ya Avrupa üzerinden gelmiştir. Avrupa’da ırklar üzerine yapılan çalışmalar gecikmeli de olsa Türk uluslaşma süreci üzerinde etkili olmuştur. Osmanlı aydınının bu çalışmalarla uzun süre ilgilenmemesini yalnızca entelektüel geriliğe bağlamak yetersiz bir açıklama olacaktır. Bu gecikmenin bir nedeni Osmanlı Devleti’nin ekonomik gelişmesinin sınırlılığı iken diğer bir nedeni de nüfus yapısıdır. XIX. Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı aydınları devletin bir krizle karşı karşıya olduğunun bilincindedirler. Ancak çözüm reçetelerini öncelikle Osmanlı’yı en geniş biçimiyle koruyabilecekleri formüllerde ararlar. Bu formüller önce Osmanlıcılık, Hıristiyan halkların önemli bölümünün imparatorluktan ayrılmasıyla da İslamcılık olarak öne çıkmıştır. Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset adlı yazısında bu formülleri değerlendirir ve bunların yanına üçüncü bir yol olarak “ırka dayalı siyasi bir Türk milleti teşkil etmek”[5] seçeneğini koyar. Uluslaşma sürecinin gecikmesi ve kendine özgülüğü ile ilgili olarak Taner Timur şunları söylüyor:

“XX. yüzyıl başları­na kadar bir «imparatorluk» kadrosu içinde yaşaması, onu Batı sistemine yaklaştırıyordu. Oysa Osmanlı İmparatorluğu, eski tip bir imparatorluktu. Kapitalizmin ürünü olan ve bir «metropol» ile « periferi» den oluşan modern imparatorluklara benzemiyordu. Öte yandan Osmanlı devletinin, giderek iktisadî ve siyasî ba­ğımsızlığını kaybetmesi, onu sömürge ülkelere yaklaştırıyordu. Türklerin uluslaşma sorunu, objektif koşulların yarattığı bu çe­lişkili durum içinde gelişti.”[6]

Sosyo- ekonomik koşullarla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir diğer nokta da Osmanlı’da sermayenin yapısıyla ilgilidir. Müslümanlar ve özellikle Türkler Osmanlı’da “adeta inhisara aldıkları” memurluk ve askerlik ile uğraşırken, gayrimüslimler hakir görülen sanayi ve ticaretle ilgileniyorlardı.[7] Bunun doğal sonucu olarak kapitalistleşme sürecinde sermaye gayrimüslimlerin elinde birikiyordu. Sinan Özbek’in verdiği rakamlar bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Osmanlı İmparatorluğu’nda 1908’ de 250 dolayında olan sanayi işletmelerinin %10’u yabancılara, %50’si Rumlar’a, %20’si Ermeniler’e, %5’i Yahudiler’e ve %15’i Müslüman Türkler’e ait.”[8]

Bu durum Avrupa’daki ırkçılığın ekonomik temelleri ile Türkiye’dekinin temellerinin ayırımında belirleyicidir. Sinan Özbek’in aktardığına göre, Alex Callinicos ırkçılığın ortaya çıkışını 17. ve 18. yüzyılda köle emeğinin kullanılması sürecine bağlıyor. Kapitalizmin kardeşlik, eşitlik, özgürlük söylemiyle, köle emeği kullanımının oluşturduğu çelişki açıklanmak zorundadır. İşte ırkçı ideoloji bir grup insanın aşağı değerde olduğunu savunmak yoluyla bu sorunu sorun olmaktan çıkarıyor.[9] Osmanlı’da ise ırkçılık uluslaşma sürecinde sermayenin el değiştirmesinde ideolojik işlev görüyor. Ve bundan dolayı da hedefinde Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler oluyor. Ancak ırkçılığın tek hedefinin bu gayrimüslim unsurlar olduğunu söylemek mümkün değildir. Yalnız Müslüman gruplara yönelen ırkçılık ile gayrimüslim unsurlara yönelen ırkçılık arasında farklılıklar vardır. Müslüman gruplara özellikle Kürtlere yönelen ırkçılığın ise kuruluş döneminden farklı biçimler almaya başladığını söyleyebiliriz. Böylelikle Türkiye’de ırkçılığı üç kategoride inceleyebiliriz. İlk ikisi uluslaşma sürecinin başlangıcında Müslüman unsurlara yönelen ırkçılık ve gayrimüslimlere yönelen ırkçılık. Üçüncüsü ise Müslüman unsurlara, özellikle Kürtlere yönelen son 30 yıllık süreçte gelişen ırkçılık. Öncelikle Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı eseri dolayımı ile gayrimüslimlere yönelen ırkçılık ile Türk olmayan Müslümanlara yönelen ırkçılığın ayırımlarını belirlemeye çalışacağım. Ardından Türk olmayan Müslümanlara yönelik ırkçılığın nasıl şekil değiştirdiğini ortaya koyacağım.

Yusuf Akçura, Osmanlıcılık siyasetini, geçmişini İkinci Mahmut’a kadar götürerek inceler. Avrupa’da özellikle Fransız uluslaşma sürecinin ve Amerikan milletinin bu fikrin örnekleri olarak öne sürüldüğünü belirtir. Ancak bu siyasetin başarılı olma şansı olmadığını belirtir. Bu siyasetin uygulanabilmesi imkansızdır. Çünkü öncelikle Müslümanlar ve Türkler bu siyaseti istemiyorlardı. Ellerinde bulundurdukları ayrıcalıklarını kaybedip gayrimüslimlerle eşit olma fikri onlara hiçte cazip gelmiyordu. İslam dünyası da istemiyordu. Çünkü İslam’a göre Hıristiyanlar her zaman ikinci sınıftılar ve onlarla eşit olunması düşünülemezdi. Gayrimüslimler ise uluslaşma süreci yaşıyorlardı ve Osmanlı egemenliği altında zulüm gördüklerini düşündükleri için istemiyorlardı. Rusya kendi çıkarları gereği güçlü bir Osmanlı istemiyordu. Avrupa’nın bir kısmı Hıristiyanlığın etkisiyle Osmanlıya karşıydı. Böyle bir Atmosferde bu siyasetin başarılı olma şansı kesinlikle yoktu. Akçura İslam birliği siyasetinin sakıncalarını ise şöyle sıralıyor. Bu siyaset izlenirse sayılarının azlığından dolayı fazla önemli olmasa da Hıristiyan Türkler ile Müslüman Türkler’in arası bozulacaktır. Türk kimliği İslam adına eriyecek ve yok olacaktır. Ancak bu siyasetin uygulanmasında iç zorluklardan daha büyük dış zorluklar vardır. Bu zorluk Hıristiyan devletlerin egemenlikleri altında çok büyük bir Müslüman nüfus tutmalarından gelmektedir. Bu devletler güçlü bir merkez olacak böyle bir birliğe egemenlikleri altında tuttukları toplumların meyledeceğini düşündükleri için böylesi bir siyasetin karşısında yer alacaklardır. Türk birliği siyaseti ise Türkler hem dini hem ırki bağlarla bağlı oldukları için çok sıkı bir şekilde birleşecektir. Ayrıca bu birlik Osmanlı ile sınırlı kalmayacak bütün Turan ülkesini kapsayacaktır. Bu siyasetin zayıflığı Türkler arasında Türklük fikrinin henüz yeterince gelişmemiş olmasıdır. Yusuf Akçura Türklüğün birleşmesinde İslam’ın belli bir rol oynayabileceğini öngörür. Ancak bunun koşulu İslam’ın tıpkı Hıristiyanlık gibi kendi içinde farklı milliyetlerin doğmasına olanak verecek bir değişim geçirmesidir. Yani “din ve millet birdir” anlayışı değişmelidir. Şimdi Türk uluslaşma sürecinde ırkçılığın farklı görünümleri ile ilgili esas konuya geliyoruz. Türk birliği siyaseti nasıl uygulanacaktır. Yusuf Akçura bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:

“Türkler hem dini, hem ırki bağlar ile pek sıkı, yalnız dini olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da Türkleştirilebilecekti.”[10]

Şimdi burada ırkçılık iki farklı görünüm alıyor. Birincisinde dışlayıcılığın daha belirleyici olduğunu sanıyorum. Bu, olduğu kadarıyla Osmanlı’ daki sermaye birikimini kontrol eden gayrimüslimlere yönelen bir ırkçılıktır. Burada önemli bir etkende gayrimüslim toplumların ulus bilinci geliştirmek yönünden Türklerden daha ilerde olmalarıdır. Bunun yarattığı sonuç yukarıda sözü edilen Türkleştirilecek unsurlar içerisinde bu gayrimüslimlerin bulunmamasına neden olmuş olabilir. Böylelikle Ermeni tehciri ve Rum mübadelesi daha anlaşılır olmaktadır. Müslim unsurlara yönelen ırkçılık ise asimilasyonu hedefleyen bir ırkçılıktır. Bu nedenle bu ırkçılığın dışlayıcı değil, şekillendirici bir ırkçılık oluğunu söyleyebiliriz. Burada söz konusu olan ırktan dolayı doğrudan bir aşağılamadan çok, bir biçim verme ve asimilasyonun aracı olarak ırkçılık söz konusudur diyebiliriz.

Asimilasyon aracı olarak ortaya çıkan bu ırkçılık özellikle son yıllarda şekil değiştirmeye başlamıştır. Müslüman unsurların Türkleştirilmeleri hedefine bağlı olarak gelişen ırkçılık hala temel yönelim olmaya devam ederken ikinci bir eğilim ortaya çıkmaktadır. Bu eğilimi “Türk Solu” adlı dergide yayınlanan bazı makaleler üzerinden örnekleyerek temel yönelimden farkını göstermeye çalışacağım. “Türk Solu” adlı dergide yayımlanan “Kürt Sorunu Yok, Kürt İstilası Var” başlıklı yazıda şu ifadeler kullanılmaktadır:

“Kürt nüfus artışı doğal bir artış değildir, bir istila hareketinin parçasıdır… Kürtler Türk nüfusun dört misli üremekte ve bu nüfus fazlalığının bir bölümünü Güneydoğu’da tutmakta, önemli bir bölümünü ise Türk bölgeleri istila etmek için göçertmektedir. Bazıları Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtler birlikte verdik demektedir. Böylelerine hadi ordan diyoruz. Kurtuluş Savaşı’nda 33 bin şehit verdik, bunun ancak 700 tanesi Kürttü: Yani %2!”[11]

Aynı yayında bir başka yazıda şunlar söyleniyor:

Çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse Kürt varsa sorun vardır, sorunun çözümü ise PKK’nın bitirilmesi değil, Türk milletinden bağımsız bir Kürt kimliğinin bitirilmesidir. Hem ayrı bir Kürt kabul etmek, hem de bundan doğan sorunları çözmek, Türk devletinin kendi başına açtığı bir iştir… Bugün kendisine Kürdüm diyenlerin çok büyük bölümü Kürt değil, has be has Türktür, ama zorla Kürtleştirilmişlerdir… Kürt sorunundan bahsediyorsak, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine sorun yaratan Kürtlerin yarattığı sorundan bahsetmemiz gerekir ki, bu sorunun çözümü zorla Kürtleştirilen Türklere Türklüklerini anımsatmak olmalıdır…Kimileri kabul etmese bile, ben Kürdüm diyen herkes, potansiyel bir PKK’lıdır… O nedenle en iyi Kürt, ben Türküm diyen Kürttür[12]

Burada ifadesini bulan görüşler uluslaşma sürecinde ifadesini bulan, “Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da Türkleştirilebilecekti.” Görüşünün devamı niteliğinde görünmektedir. Ancak ayırıcı bir unsur göze çarpmaktadır. Artık zorla Kürtleştirilmiş Türklerden söz edilmektedir. Egemen ulusun, egemenliği altında tuttuğu unsurlar tarafından zorla! asimile edilmeleri açıklanmaya muhtaç bir durumdur. Peki bu durum nasıl açıklanabilir? Bu düşüncelerin geçerliliğini değil ama ortaya çıktığı zemini açıklaması açısından son bir alıntıyı yine bu dergiden yapıyorum:

Şehre gelen Kürt önce şehir hayatının çok dışındadır. O varoştaki zavallıdır. Türkler, memur ve işçi iken onlar ancak seyyar satıcıdır. Fakat şehirde kalma hakkı bulan Kürt derhal dayanışma grubunu oluşturur. Aynı şehirliler birbirine sırt çıkar. Böylece kentler, Kürt kabadayıların eline geçer. İş kabadayılıkla bitmez. Bu kaba güce dayanarak, ticaret sektörüne el atarlar. Türk, işçi ve memur olarak ancak sabit gelire talim ederken Kürt, inşaattan giyime, yemekten finansa tüm ekonomik alanlarda hızla sermaye birikimi yaratır. Böylece şehir Kürtleşmeye başlar.”[13]

Burada ortaya konan düşünce Müslüman unsurlara yönelen ırkçılığın geçirdiği değişimi anlamamızı sağlayacak anahtarı sağlamaktadır. Burada ırkçılık uluslaşma sürecinin ilk dönemlerinde Müslüman unsurlara yönelen ırkçılıktan çok gayrimüslimlere yönelen ırkçılığa benzemektedir. Bunun en önemli gösterenlerinden bir tanesi ulus varlığının bir parçası oldukları vurgusunun ulusal varlığa yönelen tehdit vurgusunun gerisine düşmesidir denilebilir. Dolayısıyla asimilasyoncu bir ırkçılıktan çok (her ne kadar tersi belirtilse de) dışlayıcı bir ırkçılık görüntüsü vermektedir. Bu durum nereden kaynaklanmaktadır. Sanırım italikle vurgulanan ifade bunun ipucunu vermektedir. Osmanlının son dönemlerinde gayrimüslimlerin durumuna benzer bir şekilde artık Kürtlerde de bir sermaye birikim süreci ve buna eşlik eden ulusal bilinç geliştirme süreci yaşanmaktadır. Irkçılığın temel yönelimi yanında ortaya çıkan bu yönelimin bu sürecin ürünü olduğunu sanıyorum.

Sonuç olarak ırkçılığın kapitalist gelişmeyle bağlantılı olarak açıklanması gerektiği ortadadır. Buradan hareketle Osmanlı’nın geç kapitalistleşmesi ve İmparatorluk mirası ile siyasi ve ekonomik bağımsızlığını yitirmesi uluslaşma sürecini Avrupa’dan farklılaştırmıştır. Bunun sonucu olarak ırkçı düşünceler Osmanlı’da Avrupa etkisi ile gelişmiştir. İlk dönemlerinde gayrimüslimlere yönelen ırkçılık dışlayıcı bir ırkçılık, Müslümanlara yönelen ırkçılık asimilasyoncu ve şekillendirici bir ırkçılıktır. Ancak bu ikinci ırkçılık temel yöneliminin yanı sıra son dönemde dışlayıcı bir ırkçılık biçimini de almaktadır.

Kaynakça

1- Akçura, Yusuf: 1991, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

2- Fırat, Gökçe. “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var!”, Türk Solu 88, http://www.turksolu.org/88/basyazi88.htm güncellik:28-12-2007.

3- Fırat, Gökçe. “Türk Oğlu, Türk Kızı Türklüğünü Koru!”, Türk Solu 89, http://www.turksolu.org/89/basyazi89.htm , güncellik: 28-12-2007.

4- Fırat, Gökçe. “Kürt” Varsa Sorun Var”, Türk Solu 90, http://www.turksolu.org/90/basyazi90.htm, güncellik: 28-12-2007

5- Gökalp, Ziya: 2006, Türkçülüğün Esasları, Ankara: Elips Kitap.

6- Özbek, Sinan: 2000, Irkçılık, İstanbul: Bulut Yayınları.

7- Timur, Taner. “Batı İdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik Sorunumuz”, http://ankarasgd.org/showthread.php?t=12023 güncellik: 27-12- 2007

Dipnotlar


[1] Sinan Özbek, Irkçılık, Bulut Yayınları, İstanbul, 2000, s: 18

[2] Taner Timur, Batı İdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik Sorunumuz, http://ankarasgd.org/showthread.php?t=12023 güncellik: 27-12- 2007

[3] L. Cahun, Introduction I'Histoire de l'Asie, Tures et Mongols, des Origines à 1405 (Paris, 1896)

[4] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Elips Kitap, Ankara, 2006, s. 12.

[5] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, s: 19

[6] Taner Timur, Batı İdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik Sorunumuz, http://ankarasgd.org/showthread.php?t=12023 güncellik: 27-12- 2007

[7] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, s: 28

[8] Sinan Özbek, Irkçılık, Bulut Yayınları, İstanbul, 2000, s: 141

[9] Sinan Özbek, Irkçılık, Bulut Yayınları, İstanbul, 2000, s: 37

[10] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, s: 33

[11] Gökçe Fırat, Kürt sorunu yok, Kürt istilası var! http://www.turksolu.org/88/basyazi88.htm güncellik:28-12-2007

[12] Gökçe Fırat, Kürt” Varsa Sorun Var, http://www.turksolu.org/90/basyazi90.htm güncellik: 28-12-2007

[13] Gökçe Fırat, Türk Oğlu, Türk Kızı Türklüğünü Koru!, http://www.turksolu.org/89/basyazi89.htm , güncellik: 28-12-2007. (Vurgu bana ait.)

Hiç yorum yok: