6 Ağustos 2008 Çarşamba

Neopozitivizm Üzerine


Giriş

Felsefenin temel sorunlarından birini varlığın ne olduğu ve bizim onun hakkındaki bilgimizin imkanı oluşturur. Pozitivizmin öne sürdüğü eski felsefenin boğuştuğu sorunların çözümünün olmadığı iddiası, neopozitivizm tarafından genişletilerek geçmiş felsefenin tamamının bilimsel olarak anlamsız olduğu tezine dönüştürülmüştür. Neopozitivizmin, Yeni Kantçılığın düşünme ile varlığın ilişkisi sorusunun ortaçağın bir mirası olduğu, felsefenin görevinin ise bilimsel bir gerçekliği kurmak olduğu tezini savunduğu söylenebilir. Bu savunu onu Berkeleycilik ve Bilinemezcilikle bilirli açılardan birleştirmektedir. Felsefenin konusuna ilişkin neopozitivist öğreti Viyana Çevresi’nde şekillendirilmiştir. 1922-1923 yıllarında kurulan bu çevrenin önemli temsilcileri olarak; Otto Neurath, Rudolf Carnap, Herbert Feigl, Felix Kaufmann, Kurt Gödel ve Moritz Schlick sayılabilir. Bu makalede, neopozitivistlerin, önemli temsilcileri üzerinden, bilim anlayışlarının metafiziğe karşı çıkmalarına rağmen metafizik bir nitelik gösterdiğini kanıtlamaya çalışacağım. Bunu yaparken materyalist yansıma kuramının eleştirileri önemli bir dayanak noktası oluşturacak.

Felsefenin ve Bilimin Alanı

Neopozitivizmin felsefenin özü anlayışı ilk kez, Wittgenstein tarafından Tractatus Logico-Pheilosophicus adlı yapıtta şu şekilde formüle edilmiştir: “Felsefi şeyler hakkında yazılmış önermelerin ve sorunların çoğu yanlış değil ama saçmadır. Bu nedenle bu türden soruları yanıtlamamız mümkün değildir. Yapabileceğimiz tek şey onların saçmalıklarını saptamaktır. Filozofların soruları ve önermelerinin çoğu dilsel mantığımızı anlamıyor oluşumuza dayanır ve en derinlikli sorunların aslında birer sorun olmaması şaşırtıcı değildir.”[1] Carnap’a göre, ampirik olarak ilkesel bir biçimde doğrulanamayan bütün önermeler anlamsızdır. Avenarius, felsefenin temel sorununu öznenin içeriğiyle dış çevre arasındaki fark sorunu olarak yorumladı ve şu vargıya ulaştı: Bu sorun her tür mantıklı anlamdan yoksundur. Carnap, insana felsefi hatalara düşmeyecek şekilde önermeler kurmayı öğretme amacındadır. Yani, felsefeye eski felsefeyi ortadan kaldırmanın bir yöntemi haline gelmesini teklif ediyor. Ayer’in bir söylemine göre felsefe, bilim insanına metafizik alanına ayak basmasına geçit vermeyen polis rolünü oynayacaktı. Felsefe için bilimlerin boş bıraktığı bir olgusal alan olmadığına göre, o da ancak bilimlerin kullandıkları kavram ve ispatlama yöntemlerini açıklığa kavuşturmakla ilgilenmelidir.[2] Böylelikle felsefeye bırakılan alan belirlenmiş oluyordu. Wittgenstein, “felsefe bir öğreti değil, tersine bir etkinliktir. Felsefenin sonucu felsefi önermeler değildir, önermelerin açık hale gelmesidir,”[3] demektedir. Bunu sağlamanı yolu ise dil analizleridir. Ancak dil eleştirisi, bilim dilinin teorisi haline gelemez. Bu nedenle felsefe eleştirmeninin Wittgenstein’ın ifade ettiği üzere merdiveni tırmandıktan sonra onu itip atması gerekir.

Aynı sorunla ilgili olarak Carnap, felsefe denilen çözülemez sorunlar yumağının yerine bilimsel mantık geçer fikrini temel yapmıştır. Bu görüşlere dayanarak bilim ile felsefe arasında şu şekilde ayırım yapmak olasıdır: Bilim hakikatleri arar, felsefe ise bunarlı sadece analiz eder. Bilim sorunların çözümlerini sağlamaya çalışır, felsefe ise sorunların nasıl kurulacağını öğretmenin ötesine geçmez. Başka bir ifadeyle bilimin meselesi ifadelerin hakikiliği iken felsefeninki onların mantıksal anlamıdır. Bu anlamlılığın ölçütü ise şu şekilde belirlenmektedir: Mantıksal pozitivizmin anlamlılık ölçütüne göre, bir söylemin bilgi içeriği taşıması veya anlamlı olabilmesi için, ya doğrudan olgusal bir dille, ya da sonuçta olgusal bir dilin kısaltılması şeklinde ifade edilmiş olması gerekir.[4] Farklı bir deyişle bilim hakikatleri söyler, felsefeyse bunların nasıl ifade edilmesi gerektiğini öğretir. Reichenbach bu düşünceyi şu şekilde ifade etmiştir: “Bilginin aşkın anlayışına karşıt olarak yeni ampirizmin felsefesi bilimin işlevsel bir anlayışı olarak adlandırılabilir. Bu yoruma göre bizim bilgimiz, başka bir dünyaya dayanmaz, tersine bu dünyadaki şeyleri tarif eder ve pratik bir işleve sahiptir çok belirgin bir amaca, geleceği tahmin etmek amacına dayanır.”[5]

Ömer Demir, 1929 yılında yayınladıkları programlarından Mantıksal pozitivistlerin amacını şu şekilde aktarıyor:

Amacımız, tek bir bilimin, yani insanlığın edinebileceği tüm bilgileri; fizik ve psikoloji, doğa bilimleri ve edebiyat, felsefe ve özel bilimler gibi birbirinden tamamen ayrı disiplinlere ayırmaksızın içinde toplayan bir bilim yaratmaktır. Bu amaca ulaşmanın yolu Peano, Frege, Whitehead ve Russerl’in geliştirmiş oldukları mantıksal çözümleme yönteminin kullanılmasıdır. Bu yöntem, bilimi metafizik sorunlardan ve anlamsız önermelerden arındırmak ve aynı zamanda, doğrudan gözlemlenebilir içeriklerini yani ‘verilmiş olanı’ göstermek yoluyla ampirik bilimin anlamını, kavramlarını ve önermelerini açıklığa kavuşturmaktır.[6]

Burada gözden kaçırılmaması gereken bir gerçeklik tanımlaması vardır. Gerçekliğin bilinçten bağımsız içeriğinden değil; bilinçte “verili olan” içeriğinden söz edilmektedir. Bu tanımlama bilgimizin neyle ilgili olduğu ile ilgili tartışma açısından önem arz etmektedir.

Neopozitivistler, felsefelerini bugüne kadar sık sık, mantıksal ya da bilimsel ampirizm olarak tanımladılar. Onu deneyimi bilginin yegane kaynağı olarak gören ampirik bilgi kuramının modern, en yüksek gelişme aşaması olarak gördükleri söylenebilir. Neopozitivistlerin iddiasına göre, tüm felsefe ve mantık tarihinde ilk kez ampirik araştırma yöntemi, aralarında mantık da olmak üzere araştırma araçlarının kendilerinin araştırılmasına maksimum bir mükemmellikte uygulanması başarıldı.

Hakikat Sorunu

Neopozitivizm materyalist yansıma kuramını çürütmeye ve aynı zamanda, yansıma kavramının yerine geçirmek istediği kendi tasavvurunun idealist karakterini gizlemeye çalışır. Bunu neopozitivistlerin hakikatle ilgili görüşlerinden takip etmek mümkün. Herbert Feigl, Schlick’in özel katkısının onun ‘dolaysız yaşanmışlık’ ile asıl ‘bilgi’yi birbirinden ayırt edebilmiş olması olduğunu söyler. Ayer, duyusal verilerden ‘haberdar olma’nın henüz bir bilgi olmadığına işaret ederken aynı söylem tarzını kullanır çünkü duyusal veriler, kendi başlarına ne hakiki ne de yanlıştırlar, yalnızca vuku bulurlar. Ancak bunların nesnel gerçeklikle olan ilişkisi sorunu Ayer tarafından devre dışı bırakılır. Çünkü bu sorun ona göre anlamsızdır. Feigl’a göre, her bilgi edinimi düzenlemek, karşılaştırmak, ilişkilendirmek, farklı şeylerde aynı olanı yeniden bulmak, bir şeyi diğerine dayandırmaktır. Bilgi ediniminin en yüksek amacı deneyim olgularında oluşan bir maksimumu, teorik temel kavram ve ilkelerin bir minimumuna indirgemekten oluşur. Buna karşı salt yaşantı, bilginin yalnızca hareket noktası, hammaddesidir. Bu ifadede doğru olan bilginin salt ampirik olguların saptanmasına indirgenemeyeceğidir. Doğru olmayansa buradan bilginin gerçekliğin yalnızca mantıksal biçimiyle ilgili olduğu ve adeta yansıma olmayan mantıksal bir yapılışa indirgenebileceği sonucunu çıkarmaya çalışmaktır. Bu eğilim neopozitivistlerin 1929 manifestosunda şu şekilde ifade edilir: “Bilimde derinlikler yoktur, her taraf yüzeydir….bilimsel tarife yalnızca nesnelerin iç yapısı girebilir ama onun özü değil.”[7]

Burada ifadesini bulan düşünceler neopozitivizmin uylaşımcı bir yaklaşıma sahip olduğunu düşündürüyor. Bu ise hakikat sorununda bilinemezci bir yola girilmesi anlamına geliyor. Nitekim Schlick’e göre:

Böylelikle uygu kavramı, eşitlik veya benzerlik anlamına geldiği sürece analizin ışınları karşısında eriyip gider ve kendisinden arda kalan yalnızca tek anlamlı tekabüldür. Hakiki yargıların gerçeklikle ilişkisi ondan ibarettir ve yargılarımızla kavramlarımızın, gerçekliğin herhangi bir şekilde suretini çıkarabileceğini söyleyen tüm o naif teoriler adam akıllı bozguna uğramıştır. Burada uygu sözcüğü için tek anlamlı tekabül dışında bir anlama yer yoktur[8]

Schlick böylece, bilginin ‘alışıldık olmayanda alışılanı bulmak’ olduğunu belirtmiş olur. Bundan mantıksal yapıların sembolik tasvirlerin özdeşleştirilmesini yani, bilinmeyen tasvir yapılarını daha önceden bilinenlere, yeniyi eskiye dayandırma amacıyla görünümlerin isimlerinin özdeşleştirilmesini anlar. Russerl, ise bu aynı konuda bir kavramın bilgisini edinmenin kavramın beyinde belirli bir alışkanlığı bırakması olduğu düşüncesindedir.

İ. S. Narski Marksist kuram açısından neopozitivistlerin bu görüşlerini değerlendiriyor ve dikkatleri bu düşüncenin uylaşımcı yönüne çekerek, fiili hakikat, mantıksal hakikat tartışması yapıyor:

Neopozitivistler bilgiyi gerçeğin içeriksel yansıması olarak görmezler. Bundan dolayı tüm o açıklamalarıyla karşıladıkları bilgi edinme sürecinin kendisi değildir; aslında onları ilgilendiren yalnızca uylaşımlı adlandırmalar, onarlın sistemleştirilmesi ve düzenlenmesi sorunudur diyebiliriz. Schlick’e göre, bir olguyu kesin olarak tanımlayan bir yargı hakiki demektir. Sclick, olguların algılanmasında olduğu gibi onların önermelerde sabitlenmesinde de yani olguların ‘adlarında’, yalnızca asıl ‘bilgi’nin habercilerini görüyordu. Fiili hakikat kavramının mantığın sınırlarını aştığı düşüncesindeydi ve bu nedenle onu aynı şekilde bilgi kuramından dışlıyordu.[9]

Fiili Hakikat ve Mantıksal Hakikat

Söz konusu olan bir önermeler sistemindeki hakikat olduğunda bu, neopozitivist açısından önermelerin mantık yasalarına ve mantıksal söz diziminin kurallarına uygunluğu ve böylelikle de önermelerin birbirleriyle uygunluğundan oluşmalıdır. Mantıksal yasalar (yani totolojiler) kabul edilen verili bir ifadeler sisteminde her zaman doğru olan ifadelerdir. Bu sabit hakikat değeri de bir sistemin önermelerinin bu sistemi kuran kurallar sistemiyle uyumundan doğar. Bu hakikat anlayışının Marksist hakikat anlayışı ile çeliştiği söylenebilir. Çünkü burada hakikat, yargılardaki nesnel gerçekliğin uygun bir yansıması olarak görülmez; tersine, yalnız ve yalnızca önermelerin biçimsel bir özelliği olarak kabul edilir. Böylelikle olguların rastlantısallığına bağlı olan bir olgusal hakikat ile, olgulara değil, yalnızca semantik kurallarla belirlenmiş anlamlara bağlı olan bir mantıksal hakikat arasındaki fark belirlenmiş olur.

Marksist kurama göre ise mantık hakikatinin dayanağı dış dünyanın gerçek ilişkilerindedir. Engels bu düşünceyi Doğanın Diyalektiği’nde şöyle dile getirir:

Gerçek dünyada matematiksel sonsuzun ilkörnekleri bölümde yazdığı gibi, dünyanın maddi birliği sonucunda öznel düşünme ve nesnel dünya, bilginin sonuçları ve bilgisi edinilen nesneler arasında bir uygunluğun bulunması zorunludur. Gerçeğin yansıtıldığı bütünlüklü bir teorinin çeşitli unsurları arasındaki birlik ve karşılıklı uyum buradan doğar. Hakiki düşünmenin biçimi olarak doğruluk, nihayetinde dış dünyanın yapısal özelliklerinin yansımasıdır.”[10]

Buna göre Marksist kuramda fiili hakikat ile mantıksal hakikat arasında bir ilişki bulunduğu söylenebilir. Ancak bu ilişkide belirleyici olan ya da öncelikli olan fiili hakikattir. Düşünmenin mantıksal doğruluğu, düşünme içeriğinin hakikiliğine dayanır: Gerçeği tamamen doğru yansıtan bir teori, dolayısıyla mantıksal olarak da , yani biçimsel olarak da çelişkisiz olacaktır. Ancak mantıksal biçim açısından doğru bağlamlar vargılar apaçık yanlış öncüller üzerine kurulduğunda da ( ki o zaman elde edilen sonuçlar da buna uygun olarak yanlış olacaktır) söz konusu olabilir. Aynı şekilde, çelişkisiz, yani mantıksal olarak doğru teorilerde oluşturulabilir; ama bunlar nesnel gerçekliği yansıtmaz. Buradan çıkacak sonuç, mantıksal olarak doğru düşünme yapıları ve onun içeriksel gerçek unsurlarının, tüm hakiki bilimsel teorilerle örtüştüğüdür. Buna karşılık mantıksal olarak doğru yargılar, vargılar ve teoriler, genel itibariyle, hakiki iddialardan daha kapsamlıdır. Yani düşünme içeriğinin mantıksal doğruluğu gerekli, ancak düşünmenin hakikatliliği için yeterli bir gösterge oluşturmaması bakımından, hakikatin doğruluğunun göreli bir bağımsızlığından söz etmek mümkün. İşte bu durum neopozitivistler tarafından mantıksal hakikati fiili hakikatten bağımsız bir kavram ilan etmek ve ikincisini birincisine tabi kılmak için dayanak yapılmaktadır. Russel ve Whitehead ortak çalışmaları “Principia Mathematica” da : “matematiksel mantık bakış açısından, hakikiliği veya yanlışlığı neyin oluşturduğu önemli değildir; buna karşılık önemli olan, onun sayesinde önermelerin iki sınıfa bölünmesidir”[11]derler. Bu durumda önermelerin içeriksel doğruluğu biçimsel doğruluğunun önüne geçmektedir. Bu biçimsel doğruluğun içeriksel doğrulukla bağlantısı ise açıklanamaz olarak kalmaktadır.

Marksist bilgi kuramı içeriği bakımından, hakikatin verili bir öznenin bu hakikati bilip bilmemesinden bağımsız olduğunu kabul eder. Dahası diyalektik materyalizm, hakiki bir yargının formüle edilmesinin, aynı yargının gerekçelendrilmesinden göreli olarak bağımsız olduğunu kabul eder. Buna ilişkin bir örneği Narski şu şekilde veriyor: “Galile’nin Satürn-çemberine ilişkin anagramını Kepler yanlışlıkla Mars’ın iki trabantının keşfedilmesi olarak çözümledi. Bu trabantlar- phobos ve deimos- Hall tarafından güçlü bir teleskop yardımıyla ancak 1887 yılında, yani Kepler’den iki buçuk yüzyıl sonra keşfedilmiştir. Demek ki Kepler rastlantısal olarak “insanlar Mars’ın iki trabantını gördüler” hakikatini saptamıştır; hem de bunu gerçekten görülmelerinden çok önce saptamıştır.”[12] Burada açıkça hakikatin bilinmesi ile gerekçelendirilmesi arasında bir ayırım söz konusudur. Ancak Marksist bilgi kuramı hakikatin özne ile ilişkisini tümden reddetmez. Reddettiği hakikatin içeriğinde özneden ve özneden bağımsız nesnel gerçeklikten bağımsız mantıksal bağıntıların varlığıdır. Diyalektik materyalizm, hakikat içinde, hem öznenin bilgi edinme etkinliğinden hem de nesnel gerçeklikten mutlak olarak bağımsız olan bir mantıksal özellik görmeyi kesin bir biçimde reddeder. Hakikat özne tarafından kavranıyor, kabul ediliyor, tespit ediliyor ve diğer öznelere aktarılıyor olması itibariyle özneye bağlıdır. Buna karşılık hakikatin içeriği özneye değil; tersine, tüm bilgi sürecinin olduğu gibi nesnel gerçekliğe bağımlıdır. Sonuçta, nesnel gerçekliğe idrak eden özneler, kendileri açısından bu gerçekliğin ürünleridirler ve pratikte ona etki ederler. Bu açıklama biçimi hakikatin göreceliliği tartışmasını gerekli hale getirmektedir.

Görecelik

Diyalektik materyalizme göre; hakikilik ve yanlışlık, özne ile nesne arasındaki ilişkiye bağlı kategorilerdir. Hakikat, gerçeğin; üstelikte bilgi edinen öznenin dışında ve ondan bağımsız olarak var olduğu haliyle gerçeğin, yeniden üretimi bilinçteki yansımasıdır. Bu nedenledir ki hakikat, algılarımızın, kavram ve yargılarımızın nesnel gerçekliğe karşılık gelen içeriğidir. Hakikat nesnenin ona karşılık gelen savlar ya da yadsımalar biçimindeki, yani belirli yargılar ya da onların bilimsel teori halindeki kombinasyonu olarak vücut bulan yansımasıdır. Ancak bu yansıma mekanik bir yansıma biçimde anlaşılmamalıdır. Hakikat bir nesnenin dolaysız, nihai ve değişmez yansıması olarak değil; tersine çelişkili bir sürecin sonuçlarının sonsuz, birbirine bağlı ve birbirini takip ettiği bir süreç olarak anlaşılmalıdır. Bu süreç esnasında da insan, birbirini karşılıklı olarak etkileyen ve sürekli kendini değiştiren nesnelerin bilgisini sürekli olarak derinleştirir. Bu anlamda hakikat bir süreçtir. Bu sürecin her bir aşamasında, şu ya da bu yargıya bir hakikat değeri karşılık gelir ve bu hakikat değeri bilginin nesnel içeriğinin, nesnel gerçekliğin kendisiyle nasıl bir ilişki içerisinde olduğunun bilgi kuramsal karakteristiği olarak görülmelidir. Bu ilişki uygun değilse yargı yanlıştır. Hakikilik ile yanlışlık arasında, hakikatin bilginin sürekli derinleştirilmesi olarak anlaşılmasına tekabül eden belirli ara basamaklar bulunur. Ancak bütün bu belirlemelerde bir sorun kendini hissettirir. Bilginin nesnel içeriğinin nesnel gerçekliğin kendisiyle uyumunun ölçütü ne olacaktır? Böyle bir uyumun bulunduğu iddiası nesnel gerçekliğin belirli bir biçimde bilinebileceği iddiasını içermek durumundadır. Bu sorun Marksist kuram açısından bir gerilim alanı olarak belirlenebilir.

Diyalektik materyalist hakikat tanımı, hakikati ya düşünsel varlıkla(kategorilerle, fikirlerle, normlarla, postulatlarla vb) birleşen saf düşüncenin bir olayı olarak gören, ya da onu nesnelerin bilinçteki yansımaları dışındaki bir özelliği ve nihayetinde yargıların biçimsel bir niteliği olarak kabul eden teorilerle ilkesel bir karşıtlık içindedir. Marksist teorinin hakikat kavramı, hakikatin düşünmenin kendisiyle uygunluğundan –bu uygunluk ister zorunlu bir koşul (Kant) ya da uylaşımın bir meselesi (Carnap) olarak yorumlansın- oluştuğu görüşündeki idealist anlayışlarla kesin olarak ayrışır. Marksist hakikat anlayışı hakikati öznelerin görüşleri ile duyumları arasındaki uygunlukta bulan (Hume) anlayışlardan da açık bir biçimde ayrılır. Diyalektik materyalizm yukarıda sözü edilen gerilimi hakikati, içeriği bakımından nesnel ve biçimi bakımından öznel olarak tanımlayarak aşmayı hedefler. Bu sırada genelde insan bilincinin özgüllüğünü ve özelde rasyonel bilgi biçimini dikkate alır. Ancak içeriğinin tamamı bakımından öznel olan bir hakikat yoktur. Hakikatin nesneliğini ise, hakikatin nesneyi yansıtması, içeriği bakımından nesneye uygun olması ve bir öznenin ne iradesine, ne isteklerine ne de o öznenin bir yargının hakikiliğini sınama yeteneğine bağımlı olması oluşturur. “Duyumlarımızı dış dünyanın imgeleri saymak, nesnel hakikati tanımak, materyalist bilgi kuramından yana olmak bir ve aynı şeydir.”[13]

İnsan bilgisinin nesnel içeriği kabul edildiğinde bu durum bir diğer soruyu gündeme getirir: “Nesnel hakikati ifade eden insan tasavvurları, nesnel hakikati bir anda, tümüyle, kesin, mutlak olarak ifade edebilirler mi yoksa yalnızca yaklaşık, göreli olarak mı ifade ederler? Bu ikinci soru, mutlak ve göreli hakikat arasındaki ilişki sorunudur.”[14] Marksizm öncesi materyalizm hakikati esas itibariyle bir kez nihai olarak verili ve tamamlanmış veri olarak kabul ediyor ve yanılgının mutlak karşıtı olarak görüyordu. Ne var ki, bilim ve felsefe tarihi, bu anlayışın eleştiri karşısındaki dayanıksızlığını tekrar tekrar kanıtlamıştır. Daha önce de söz ettiğimiz gibi hakikat, onun gelişimi bakış açısından hareketle bir süreci oluşturduğu için göreceli hakikatlerin varlığının kabul edilmesi gerekir. Bu görecelik yargıların yalnızca yaklaşık kesinliğine, bilimsel teorilerin ve onların unsurlarının tamamlanmamışlığına ve de bazı kesin yargıların sınırlı uygulama alanına dayanır. Bilginin sonraki gelişimi, bilimsel yargıların ve teorilerin göreciliğini aşmayı hedefler; ne var ki bu hiçbir zaman tümüyle başarılamaz. Marksist bilgi kuramı bilinemezciliğin her türüyle arasına bir çizgi çizmeye çalışırken mekanik bir hakikat anlayışına düşmekten de kaçınmaya çalışmaktadır. Nesnel gerçekliğin bilincimizin dışındaki varlığı kabul edilirken, bilinebilirliği ise mutlak değil göreceli ya da potansiyel olarak kabul edilmektedir. Buna karşın mutlak olarak bilinebilecek hakikatlerde vardır. Ancak bunlar çeşitli biçimlerde sınırlandırılmalarla olasıdır.

Mutlak hakikatler dar bir nesneler grubuyla veya hatta yalnızca tekil nesnelerle ilgili olarak olasıdırlar. Bir çok durumda hakikatler yalnızca belirli sınırlar içerisinde mutlaktırlar; bu sınırlar ise insan bilgisinin ilerleyişi ölçüsünde genişleyebilir ya da daralabilir. Lenin, buna ilişkin şunları yazmıştı:

Hegel’in de açıklamış olduğu gibi diyalektik, bir görececilik, yadsıma, şüphe momentini kendinde içerir, ama kendini görececilikle sınırlamaz…yani, bütün bilgilerimizi göreceliliğini, nesnel hakikatin yadsınması anlamında değil, bilgilerimizin bu hakikate yaklaşmasının sınırlarının tarihsel olarak koşullanmışlığı anlamında kabul eder.[15]

Diyalektik materyalizmin bakış açısına göre mantıksal doğruluk nihai olarak içeriksel hakikatten türetilmiştir. Neopozitivist bilgi kuramı bilgi sürecinin analizinden kaçınmaya çalışarak onu, insan davranışlarının yalnızca psikolojik alanı olarak tanımlar. Neopozitivistler kendilerini, bilgisizlikten, daha doğrusu yanılgılardan ayırt ettikleri ‘hazır’ bilginin niteliklerinin analiziyle sınırlarlar. Buradan anlaşılmaktadır ki, mantıksal pozitivizm için asıl inceleme konusunu içeriksel hakikat değil, tersine tüm hakiki ifadeleri yanlışlardan ayıran biçimsel belirleme oluşturur.

Daha önce gördüğümüz gibi, duyumların bilgisinin soyut teorilere yükseldiği süreç, neopozitivizm tarafından asıl bilgi olarak değil, tersine mantıksal uylaşımların devreye girmesi olarak yorumlanır. Bu bilgiler sisteminde ise duyusal olanın unsurları, işaretlerle koşullanmış ‘isimlendirilmiş’ bir şey olarak yorumlanır. Özellikle bilginin, olguların ‘ifadesi’ (Schlick) veya ‘sunumu’ (Carnap) olarak görülmemesi gerektiği, tersine yalnızca bunlar arasındaki bağlantılara ilişkin olduğunu söyleyen neopozitivist tez buradan üretilir. Bilginin biçimi, henüz bilginin kendisi değildir. Schlick içinse, bilgi, yaşantıların büründükleri biçimden öte bir şey değildir. Bilgi bağıntısı onun gözünde özne ile nesne arasında değil, yalnızca özne içerisinde ‘verili’ olanla, öznenin bu ‘verili’ olanı biçimlendiren dili arasında mevcuttur.

Narski’ye göre; “Schlick’in dışsal ve içselin arasındaki karşılığı yalnızca mantıksal yapılardan oluşan bir mekanizmayla aşılabileceği iddiası da bu anlayışın bir ürünüdür.”[16] Bu da neopozitivizmi fenomenoloji ile birleştiren bir düşünce anlayış olmaktadır. Neopozitivist bilgi kuramının bilinemezcilikle buluştuğu doğrulama ilkesi üzerinden gösterilebilir.

Doğrulama ve Sınama

Neopozitivistlerin açıklamasına göre, doğrulama ilkesi sözcüğün geniş anlamıyla önermelerin anlamlı olup olmadığının sınanmasına olanak tanıyan bir ilkedir. Neopozitivist yorumuyla doğrulama ilkesi, öznenin bir önermenin hakikiliğinin (veya yanlışlığının) yalnızca bir ifadenin deneyimin yaşantılarıyla karşı karşıya getirilerek doğrulanabileceğine dayanır. Sınaması yapılacak önermenin, ampirik verilerle karşı karşıya getirilişi (karşılaştırılması) doğrudan gerçekleştirilemiyorsa, o halde mantıksal tümdengelimin araçlarıyla, deneyimle karşılaştırmaya uygun olan bir önermeye geçilmelidir. Deneyim ve karşılaştırmanın ne doğrudan ne de dolaylı olarak mümkün olduğu ortaya çıkarsa, önerme anlamsız olarak sayılır.

Mantıksal pozitivizm ile materyalizmin bakış açıları arasında arada sırada bazı benzerlikler varmış gibi görünüyor ise de, bu, salt dışsal bir özellik taşır. Özleri itibariyle iki bakış açısı ilkesel olarak farklıdır. Diyalektik materyalizm nesnelerin ve onlarla meydana gelen süreçlerin, verili bir anda bu süreçler hakkında gerçek bir ifade formüle etme somut olanağından bağımsız olarak var olduklarından hareket eder. Buna karşılık Neopozitivizm genelde, bir olgunun bilgisinin dışında verili olmadığı ve bilginin, şu yada bu olgu hakkında bir ifade formüle etme olanağını yarattığı görüşünü savunur. Neopozitivist doğrulamanın Berkeley’le karşılaştırılması bu farklılığı ortaya koyar. Berkeley’in “esse est percipi”si (varlık algıdır- var olmak algılanmaktır) ile neopozitivist doğrulama ilkesi arasındaki belirleyici farklılık, Berkeley’in maddi nesnelerin algılama dışındaki ve yanı başındaki varlığını açık olarak inkar etmesinden oluşur. Onun gözünde, insanın nesnelerin özelikleri hakkında sahip oldukları algılar, bu nesnelerin kendisiydi. Berkeley insanların şeylerin bilgisini duyumlar aracılığıyla elde ettiğini değil, şeylerin yalnızca duyumlarda var olduğunu iddia etti. İnsansal bütün bilgilerin nihai duyumlardan kaynaklandığına dair doğru tezini, şeylerin varlığının insansal duyumlardan doğduğu iddiasına çevirdi. Böylece bilgi kuramında doğrulama işlemlerinin müdahil olamadığı anlamda- yani hakiki ya da yanlış- önermelere izin veriyordu. Neopozitivistler içinse nesnelerin insansal duyumların dışında var olma sorunu, doğrulanılamayan önermelerden sayılır; dolayısıyla yanlış olmamakla birlikte anlamsızdırlar. Demek ki onların bakış açısı öznel idealizmle doğrudan ilişkili olmasına karşın belirli farklılıklar gösterir. Narski konuyla ilgili şu örneği veriyor:

Varsayalım ki şu önerme doğrulanacaktır: “Bütün insanlar tatlı su olmadan yaşayamazlar.” Bu önermenin hakikat değerini, birleşim aracılığı ile birbirine bağlı olan ve şu ya da bu insanın (ve her durumda bir başkasının) uzun süre boyunca yalnızca tuzlu su ile yaşamayı başaramadığını beyan eden atomik önermelerin hakikat değerlerinin işlevi olarak görürüz. Ama “A bir sene boyunca tuzlu su ile yaşayamaz”, “ B bir sene boyunca tuzlu su ile yaşayamaz” vb. önermeler ampirik yoldan doğrulandığında bununla ilk söylenen genel ifadenin henüz tamamen kesin bir ifade mertebesine ulaşması mümkün değildir; çünkü bütün durumları kapsayan bir birleşimin kurulması mümkün değildir. Biçimsel mantıktaki eksik tümevarım açıklamasına benzer bir problem doğar. Bu bağlamda Schlick, yalnızca analitik yargıların mutlak olarak doğrulanabilir olduklarını açıkladı. Bu durumda doğrulama, basit mantıksal aktarımlar aracılığıyla özne ile yüklemin özdeşliğini açık bir biçimde göstermekten oluşur.[17]

Bu durumda doğrulama işlemleri:

1-Doğrudan ampirik doğrulamaya tabi tutulabilecek önermeler elde etmekten oluşur.

2-Deneyime dayalı doğrulamayı, yani elde edilmiş önermelerin bir bireyin duyumsal yaşantıları ile karşılaştırılmasını kapsarlar.

3-Bu duyusal yaşantılar belirli ve tamamlanmış bir karakter taşırlar ve kendileri önermelerde sabitlenirler.

Doğrulamanın böyle bir açıklaması deneyimin dışsal nesnel kökeninin tartışma konusu edilmemesi demektir. Diyalektik materyalist deneyim görüşünün belirleyici koşulu ise, deneyimin dışsal nesnel kökeninin kabul edilmesidir.

Daha önce saptayabildiğimiz üzere Neopozitivizm, deneyimi, tekil önermelerin doğrulanması için başvurulan algıların bütünlüğü olarak görür. Bu durumda, bu, kaçınılmaz olarak doğa biliminin genel önermelerinin yani yasa ifadelerinin eksiksiz bir doğrulamasının mümkün olmadığı sonucuna varır. Karl Popper tümevarım sorunu olarak tanımladığı bu sorunu şu şekilde ortaya koyar:

Tümevarımsal çıkarımların yerinde olup olmadığı ve ne zaman yerinde olacağı sorusu tümevarım sorunu olarak tanımlanır.. Tümevarım sorunu aynı zamanda evrensel deneyim önermelerinin, görgül bilimsel varsayımlar ve kuramlar dizgesinin geçerli olup olmadığı sorusu olarak da tanımlayabiliriz. Çünkü bu önermeler başlangıçta yalnızca özel önermeler biçiminde ifade edilirler[18]

Dolayısıyla doğa yasalarının geçerli olup olmadığı sorusu, aslında tümevarımsal çıkarımın yerinde olup olmadığı sorusunun başka bir şeklidir denilebilir.

Bu sorunu çözmek üzere Reichenbach, doğrulamayı üçlü değer mantığı çerçevesinde genişletmeyi önerdi ve belirsizliğin, hakikiliğin ve yanlışlığın yanında tamamen meşru üçüncü bir mantıksal değerlilik olarak kabul edilebileceği oranda belirsiz önermeleri (yani, ne hakiki ne de yanlış olan önermeleri) doğrulanabilir ve dolayısıyla da anlamlı olarak görmeyi önerdi.[19] Verili bir önermenin doğruluğunun ya da yanlışlığının tespit edilememesi böylece Reichenbach tarafından bir önermenin kendisinin hakikiliğinin veya yanlışlığının saptanması kadar doğrulanabilir bir olgu sayıldı.

Diyalektik materyalizmin bakış açısına göre bir yargının hakikiliği, özne ile nesne arasındaki etkileşim süreci içerisinde sorgulanır. Bu sırada özne aktif rolü, nesne ise belirleyici rolü oynar. Belirli koşullar altında gözlem yapılmasının mümkün olmaması veya gözlemin güçleşmesi bilgi ediniminin önünde, bilgimiz ve onun sorgulanması ile “bağdaştırılamayacak mutlak bir engel oluşturmaz; bu durum daha çok, nesnenin belirli özelliklerine tanıklık eder. Şu ya da bu görünümler belirli koşullar altında doğrudan gözlemlenemiyorsa bu durum söz konusu görüngülerin özelliklerinin bilgisini dolaylı olarak edinmek ve dolaylı gözlemlerini olanaklı kılmak üzere araştırmamızı derinleştirmeye yönelik belirleyici bir itki barındırır.

Neopozitivistler de doğrulama ilkesinin aktüel doğrulama olarak değil de doğrulamanın nasıl gerçekleştirileceğinin yönergesi olarak, doğrulamanın yerine doğrulanabilirlik ilkesini geçirdi. Wittgenstein Tractatus’ta şunları söylüyordu: “Önermenin anlamı, önermenin durumların mevcut olup olmama olasılıkları ile uygunluğu ve uygunsuzluğudur.”[20] Karl Popper’a göre sorunu üç başlıkta toplamak mümkündür:

1- Tümevarım ilkesi doğal olarak evrensel bir önerme olabilir. İlke “görgül-geçerli” bir önerme olursa onu savunmak için tümevarımsal çıkarımlara başvurmamız gerekecektir. Bu çıkarımları doğrulamak için tekrar tümevarımsal bir ilkeye başvurmamız gerekecektir. Bu nedenle tümevarım ilkesini deneyime dayandırmak sonsuz geri gitmelere (regres) yol açtığından bizi başarısızlığa götürür.

2- Kant’ın tümevarım ilkesini önsel olarak geçerli (a-priori) sayma çabası başarısızlığa uğramıştır.

3- Tümevarımsal çıkarımların belli ölçüde kesinlik ya da olasılık taşıdığı şeklindeki, günümüzde sıkça savunulan görüş de güçlük ortadan kalkmamaktadır. Tümevarım ilkesini “olasılı” olarak koymak durumu değiştirmeyecektir. Yine ya sonsuz geri gitmelere ya da önselciliğe (apriorismus) götürecektir.[21]

Bu durumdan çıkış için ise Popper: Kuramların Tümdengelimsel Sınanması yöntemini önermektedir.Tümdengelimsel sınama yapılırken doğruluğu henüz savunulmamış kuramsal dizgeden mantıksal olarak vargılar türetilir. Bu vargılar, kendi içlerinde ve diğer önermelerle aralarında kurulan mantıksal ilişkilere göre ( eşdeğerlilik, türetilebilirlik, bağdaştırılabilirlik, tutarsızlık) karşılaştırılır.

Söz konusu sınama dört boyutta yapılır;

1-Dizge içinde çelişmezliğin var olup olmadığının mantıksal açıdan sınanması

2-Kuramın görgül-bilimsel nitelikte olup olmadığının sınanması

3-Kuramın bilimsel ilerlemeler için önemli olup olmadığının anlaşılması için diğer kuramlarla karşılaştırılması

4-Türetilmiş vargıların “görgül uygulamalarla” sınanması

Sınamanın bu son boyutunu bilimsel deneyler ve teknik pratik uygulamalarla yapılır. Dizgeden türetilen tekil vargılar deneyler ve uygulamalarla tutarlılık gösterirse doğrulanmış olur. Tutarlı değilse dizge yanlışlanmış olur. Dizge ayrıntılı ve katı tümdengelimsel sınamalar karşısında tutarlılığını koruduğu ve bilimdeki yeni gelişmelere rağmen değiştirilmediği sürece sağlanmış olur.[22]

Popper, yanlışlanabilirliği doğrulanabilirliğin yerine koyarak önermeler arasında doğruluk ve yanlışlık ayırımından çok yetkinlik ayırımı yapılabileceği düşüncesini savunmuş olur. Ancak bir kuramın yanlışlanabilmesi hemen onun geçersiz sayılacağı anlamına gelmez. Kendini sağlamış bir teori yeni bir denemede yanlışlandığında bu onun yalnızca sınırını vermektedir. Karl Popper bu noktada doğa olgularının değişmezliğinin reddedilmesi gerektiğine varıyor. Doğa olgularının değişmezliği çözümlemenin dışında tutulmalıdır. Çözümleme açısından önemli olan doğa olgularının değişmez kabul edilerek tanımlanmasıdır.[23] Bu durumda belirli bir anda belirli bir alanda birden fazla teoriyi doğru kabul etmenin önü açılacaktır.

Popper’de yanlışlama ilkesi soruna bir çözüm getirmekte midir? Narski’ bu konuda şöyle demektedir:

Popper, falsifikasyon yokluğu sonucu doğrulamanın söz konusu olduğu durumda, doğrulama yerine daha mütevazi bir sözcüğün seçilmesini önerir; bu sözcük de “yetkinlik” tir. Bu sözcükten anladığı bir teorinin zamansal olarak sınırlı pratik kabulüdür.[24]

Buradan ise her bilimsel önermenin geçici olduğu sonucuna varılır. Fakat bu sözcük sorunun özünü değiştirmemektedir. Yanlışlanamaması test edilen hipotezin doğruluğuna kanıt değil, yalnızca bir hipotezin sınanmasının yardımcı bir aracı sayılabilir. Falsifikasyon bulunmadığını tespit ettiğimizde, bu, şu ya da bu görüngünün ortaya çıktığı tikel koşulların bilinmemesinden, ya da bunların var olduğu belirli yeni alanların bilinmemesinden kaynaklanabilir. Bununla ilgili olarak Narski şu örneği veriyor:

Astrofizik örneğin uzayın hiçbir yerinde anti-parçacıklardan oluşan evrenler keşfedememiştir. Ancak buradan, bu türden evrenlerin yokluğunun ilkesel olarak kanıtlandığı sonucu çıkarılamaz. Ya da Mars’ta düşünen canlıların varlığını çürüten bir olgu yoksa, bu durum Mars’ta canlıların var olduğu iddiasını yetkin kabul edebileceğimiz anlamına gelmez.[25]

Sonuç

Neopozitivizmin bütünsel değerlendirmesinden şu sonuçlara varılabilir:

a-) Ontolojik sorunların özel olarak mantık alanından çıkarılması, çözümlerinin mantıksal analizden önce gelmesi gereken sorunlar kümesini dahil edilmeleri

b-) Kanıtlanamaz olan ve kendilerini sonuçlarda göstermeyen önermeler ve ilkelerin bilimden çıkarılması gerektiği talebi

c-) Mantıksal pozisyonun ve yadsımanın bilgi kuramsal değerinin kabulü

Bu üç tez pozitivist bir biçimde açımlandıklarında şu anlama gelirler:

a-) Bir nesnenin varlığı ile bu nesnenin mantıkçının bilincinde verili olması olgusunun eş tutulması

b-) Bir durumun varlığı ile bilgisinin edinebilirliğinin ( gözlenebilirliğinin) eş tutulması

c-) Bir önermenin hakikiliği ile saptanmasının (verili olmasının) eş tutulması

Neopozitivizmde bu üç tez görülen durumun hakikatin varlığı, bilgisi ve iddiası arasındaki nitel farkın inkar edildiği anlamına gelmektedir. Bu türden çıkarımlar yalnızca nesnel gerçekliğin konularını bilgi kuramsal imgeler halinde yansımasını kabul etmeyen bir felsefede mümkündür. Nesneler bu felsefeye göre, özneye duyumlarında verilidir. Bunun sonucu olarak “hakiki” ve “yanlış” terimlerine içeriksel bir anlam yüklenmez. Dolayısıyla bir durumun varlığı ve onun algılanması arasındaki fark silinir. Var olmak algılanmaktır ( Esse est percipi)

Neopozitivizmi açık öznel idealizminden ayıran tek şey, duyusal olarak algılanamayan nesnelerin varlığını açık olarak reddetmemesidir. O daha çok bunların varlığı hakkındaki ifadeleri anlamsız önermeler sınıfına sürgün etmektedir. Dolayısıyla Neopozitivizm Berkeleycilikten fenomenolojiyi iki değil üç mantıksal değer terimi ile geliştirmiş olması ile ayrılır. Neopozitivizm felsefedeki iki ana kamp arasındaki mücadelenin ‘anlamsızlığını’ kanıtlamış olduğunu iddia ederken aslında bu türden çabaların beyhude olduğunu göstermiş olmaktadır.


Notlar

[1] Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, çev: Oruç Aruoba, (İstanbul: Metis Yayınları, 2006), s.26.

[2] Ömer Demir, Bilim Felsefesi, (Ankara: Vadi Yayınları, 2000), s.33.

[3] Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, s.26.

[4] Demir, Bilim Felsefesi, s.40.

[5] Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, çev: Cemal Yıldırım, (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2000), s.186.

[6] Demir, Bilim Felsefesi, s.32.

[7] İ. S. Narski, ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’ çev:Olcay Geridönmez, Bilim ve Düşünce, 4 s.50.

[8] Moritz Schlick, Allgemeine Erkenntnislehre den aktaran, İ. S. Narski, ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’ çev:Olcay Geridönmez, Bilim ve Düşünce, 4, s.50.

[9] Narski, ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’, s.50.

[10] F. Engels, Doğanın Diyalektiği, çev: Arif Gelen, (Ankara: Sol Yayınları, 1996), s. 125.

[11] Narski, ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’, s.54.

[12] Agy, s.54.

[13] V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, (Ankara: Sol Yayınları, 1993), s. 125.

[14] Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s. 31.

[15] Narski, ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’, s.59.

[16] Agy, s.61.

[17] Agy, s.66.

[18] Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev: İlknur Aka-İbrahim Turan, (İstanbul: Yky, 1998), s.52.

[19] Hans Reichenbach, “Reply to Ernst Nagel’s Criticism” Journal of Philosopy, vol. XLI-II, ss. 245-246.

[20] İ. S. Narski, ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’, s.71.

[21] Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s.52.

[22] Agy, s.57.

[23] Agy, s.286.

[24] Narski, ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’, s.77.

[25] Agy, s.77.

Kaynakça

1- Demir, Ömer : 2000, Bilim Felsefesi, Vadi Yayınları, Ankara.

2- Engels, F.: 1996, Doğanın Diyalektiği, çev: Arif Gelen, Sol Yayınları, Ankara.

3- Lenin, V. İ.: 1993, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Ankara: Sol Yayınları.

4- Narski, İ. S. : 2007 ‘Neopozitivizm- Bilimin Bir Sahte Felsefesi’ çev:Olcay Geridönmez, Bilim ve Düşünce, sayı : 4, 19-89.

5- Popper, Karl : 1998, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev: İlknur Aka-İbrahim Turan, İstanbul: YKY.

6- Reichenbach, Hans: 2000, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, çev: Cemal Yıldırım, Ankara: Bilgi Yayınevi.

7- Wittgenstein, Ludwig: 2006, Tractatus Logico-Philosophicus, çev: Oruç Aruoba, İstanbul: Metis Yayınları.

Hiç yorum yok: